‘Robert De Niro’ Kategorisi için Arşiv

İş için uzak bir sahil kasabasına gelen avukat, karısınıilk defa aldatan ünlü bir televizyoncu, en yakın arkadaşının kızına aşık olan Amerikalı…İtalya’da aşkın farklı hallerine bakış atan eğlenceli bir romantik komedi.
Gösterim Tarihi: 19 Ağustos 2011
Dağıtım: M3 Film
İthalat: Mars Prodüksiyon
Yönetmen: Giovanni Veronesi
Oyuncular: Monica Bellucci, Robert De Niro, Laura Chiatti, Valeria Solarino, Riccardo Scamarcio,Michele Placaido, Emanuelle Propizio ile Donatella Finocchiaro 
Yapımcılar: Luigi De Laurentiis Jr., Aurelio DeLaurentiis
Senaryo: Ugo Chiti, Giovanni Veronesi
Görüntü Yönetmeni: Giovanni Canevari
Kurgu: Patrizio Marone
Yapım Yılı: 2011
Ülke: İtalya
Süre: 125 dakika
Mark Wahlberg’in aynı zamana denk gelen projesi nedeniyle filmi bırakmasından sonra, “The Silver Linings Playbook” için Bradley Cooper’ın ismi geçmeye başladı. 

Cooper’ın “Limitless”daki rol arkadaşı Robert De Niro da, kadroya katılacağı konuşulan diğer yıldız. Matthew Quick’in romanından uyarlanacak ve bu sonbaharda çekimlerine başlanacak olan filmin yönetmen koltuğunda ise David O Russel var. Söylenenlere göre, Cooper’ın rol arkadaşı ise Jennifer Lawrence olacak.


Yönetmen: Neil Burger
Yapımcı: Leslie Dixon, Ryan Kavanaugh, Scott Kroopf
Görüntü Yönetmeni: Jo Willems                                                           
Senaryo:  Alan Glynn (The Novel), Leslie Dixon (screenplay)
Türü: Gerilim
Oyuncular:  Robert De Niro, Bradley Cooper, Abbie Cornish, Anna Friel
Eddie (Cooper) perişan halde yaşan, başarısız New Yorklu bir yazardır. Ancak günün birinde eski bir arkadaşıyla karşılaşmasıyla tüm hayatı değişir. Arkadaşı onu beynin tüm kapasitesini kullanmasını sağlayacak bir ilaçla tanışır. Böylece Eddie kendisinin kusursuz bir versiyonuna dönüşür. Hap sayesinde paraya, akla, çekiciliğe sahip olur. Fakat Eddie kısa bir süre sonra sonsuz güce bedelsiz sahip olunamayacağını anlar…

The Illusionist’le iyi iş çıkaran Neil Burger’in dördüncü uzun metrajı hakkında tepkiler muhtelif ama merak uyandırdığı da bir gerçek… Muhtemelen bu haftanın en çok merak uyandıran filmi…
İlk kez Michael Mann’in Heat’inde bir araya gelerek ses getiren, 2008’in Righteous Kill’inde de hayalkırıklığı yaratan yaşayan efsane aktörler Robert De Niro ve Al Pacino, üçüncü kez bir filmde buluşuyor… Ama ne buluşma… Bu kez filmin yönetmen koltuğunda oturan isim başka bir efsane Martin Scorsese!
Üç efsanenin bir araya gelişi,bir mafya hikayesi ile taçlanacak. The Irishman adlı filmin yapımcılığını da üstlenen De Niro bir araya gelişin mimarı. Söylentiler doğru çıkarsa Joe Pesci’nin de katılımıyla ekip gerçek anlamda tamamlanmış olacak.
The Irishman lakaplı gerçek bir tetikçi olan Frank Sheeran’ın hayatından yola çıkan film, yaşanmış bir hikaye sunacak. Ünlü sendika lideri Jimmy Hoffa’nın cinayete kurban gitmesiyle gündeme gelen Sheeran’ın öyküsünün çekimlerine ne zaman başlanacağı ise şimdilik açıklanmadı…

Çek tetiği; Rahatla!
İlk kez 1974’de “Baba 2”de aynı filmin kadrosunda yer alan yaşayan en büyük iki oyuncuyu aynı karede görmek için 21 sene sonrasını beklemek zorunda kalmıştı izleyici. Michael Mann başyapıtı “Heat”de karşılıklı döktürdükleri bir restoran sahnesi ile final dışında elde bir şey yoktu maalesef. Kariyerlerinin inişe geçtiği zamanlarda aynı karede yer almaları hayali nihayet gerçekleşiyor.
Sadece iki oyuncu sayesinde gelen bekleyişe katılan isimlerde bir hayli iyi… “Inside Man” senaryosu ile çıkış yapan senarist Russell Gewirtz’de bizimle aynı heyecanı paylaşanlardan. “Ne zaman senaryo Jon Avnet ve ardından Robert De Niro’ya gitti, o zaman yazdığım senaryonun film olacağına inandım. Ne zaman Al Pacino’nun takıma katıldığını duydum, o zaman filmin gerçekten olay olacağını düşündüm” diyerek paylaşıyor heyecanını Gewirtz.
Kağıt üzerindeki künye de bu olay olacağını düşündürüyor gerçekten. Ne de olsa iki büyük oyuncu bolca aynı karede görünecek, çıkışta bir senarist yazacak ve özellikle “Kızarmış Yeşil Domatesler” filmi ile tanınan ve sevilen, Richard Gere’li Uzakdoğu gerilimi “Red Corner” ile de sağlam bir referans vermiş Jon Avnet yönetecek. Polis filmi olacaksa zaten yönetmen kendini “Boomtown” dizisini yöneterek kanıtlamış durumda üstelik. Eksiler de yok değil aslında, örneğin yönetmenin yine Al Pacino’lu son filmi “88 Minutes”in yarattığı hayalkırıklığı.
Sözü filme bıraktığımızda daha ilk sahneden ikiliyi atış taliminde yan yana aynı karede görmek keyfin başlangıcı oluyor. Birbirlerini uyarmalarıyla, tetiği çekişleri sırasındaki heyecanlarını da izleyiciye geçirerek pozitif bir başlangıç yapıyorlar.
Hemen ardından ara sıra karlanan, kayan siyah beyaz görüntüde De Niro sahne alıyor. “Ben David Fisk. 30 yılı aşkın süredir NYPD’de görev yapan, birinci sınıf dedektifim. 14 kişi öldürdüm.” İtirafı geliyor. Oysa De Niro Turk, Pacino da Rooster. Peki öyleyse bu itiraf neyin nesi ve David Fisk kim? sorusunun peşine takılmamız isteniyor. Hay hay…
Söz konusu cinayetler tamamen kötüleri öldürmek üzerine şartlanmış bir seri katilce işleniyor ve cinayet sonrası silah ve bir de şiir bırakılıyor cesedin yanında. Filmin açılış sahnesinde gördüğümüz attığını vuran De Niro ya da filmdeki adıyla Turk, demek ki katilmiş yargısıyla çok erken karşılaşmamız isteniyor. Ama o kadar yavan şekilde ilerleyen filmde ve başarısız senaryoda bunun hedef şaşırtma olduğu ve sürpriz finalin geleceği çok açık. Peki ona da tamam deyip izlemeye devam ediyoruz…
Araya katılmaya çalışılan, senaryonun gittiği finale açılacak yan yollar için yaratılmak istenilen yan öykücüklerle başlıyor filmin zaafları. Turk’ün cinselliğe dayalı ilişkisi başta olmak üzere anlamsız yan öykülerle ortaya çıkan yan öykücükler zaafı, sürpriz finale de zarar veriyor.

Bir polisin, seri katil olduğuna inanmak, üstelik ilk sahnede gördüğümüz kişi değil de başka bir polis olduğuna inanmak için, seyircinin başka bir şeylerle oyalanması gerekiyor. Ama bu konuda “koca bir hiç” var izleyicinin karşısında. Sürpriz final için hazırlanan her şeye ihanet edermişcesine ıskalanan çok fazla şey var. Bir gece kulübün erkek tuvaletinde uyuşturucu kullanan güzel avukat kadınla, karanlık sokaklar, seri cinayetlerle doldurulması gereken arka planda sadece kartondan görüntüler var maalesef.
Filmin ortalarında ortaya çıkan terapistle, iki genç dedektifle temposu artması beklenen film aksine olduğu yerde saymak konusunda direniyor adeta. İki büyük oyuncuya odaklı filmde en azından meslekte uzun süre birlikte çalışmış, birbirini çok iyi tanıyan ikilinin aralarındaki dostluk bağını görmek de mümkün değil. Biri sinirli, biri uysal iki adam diye geçiştirilmiş profil var fonda. Terapist sahnelerinde bölünmüş ekranda yan yana gördüğümüz ikiliye dair daha dişe dokunur replikler olsa biraz daha derlenip toparlanabilirdi belki ama en azından ikilinin silah üzerine, tetiği çekme anındaki hisleri üzerine söyledikleri bir parça ümit veriyor.
Sözüm ona sürpriz son hatrına katilin profiline de odaklanmak mümkün olamıyor. Özellikle kötüleri öldüren polis denildiğinde akla gelen dizinin başkarakteri “Dexter”da gördüğümüz ayrıntılar, karakter profilinin çeyreğine bile razı olunabilirdi.
Hikayeye derinlik kazandırmak yerine yönetmen Avnet, “Heat”deki restoran sahnesine gönderme yapmak adına durmadan benzer sahne arayışına giriyor. Finalini de “Heat”in finaline benzeterek, muhtemelen filmi izlediğinde kurduğu fantezinin peşinden koşuyor.
Heat’de gördüğümüz kovalamaca sahnesi bir havaalanında son bulurken, Mann gölgelerden ve seslerden ustalıkta faydalanıyordu. Oysa Avnet, finalini Açıkhava yerine, demiryolu civarındaki bir depoda yine ışık oyunlarıyla, uçak yerine tren sesi ile süsleyerek ikiliye rövanş maçı ayarlıyor.
Senaryodaki zaafları yüzünden, inandırıcılıktan uzak “Kopya Cinayetler”, mantıklı bir film de olamıyor, anlaşılabilir de… Kötü senaryo ve köyü yönetmenlik yüzünden temposu da bir türlü yükselemeyen film, ortalarından sonra seyircide sonu belli bir filmi izleme sıkıntısını yaşatıyor sürpriz olmayan finaline kadar. Böylece iki büyük oyuncuyu iyi filmde yan yana görme hasreti bir başka bahara kalıyor…
Hollywood’un en önemli aktörlerinden Al Pacino, 25 Nisan 1940’ta New York Doğu Harlem’de dünyaya geldi. Güzel sanatlar Okulu’na giderken 17 yaşında okuldan ayrıldı ve çeşitli işlerde çalışmaya başladı. Bir yandan aldığı oyunculuk dersleri ve çeşitli gösterilerle oyunculuğunu geliştirip, 1966 yılında Actors Studio’da eğitimine başladı. 1967-68 tiyatro sezonunda zalim bir sokak serserisini oynadığı The Indian Wants the Bronx ile Obie Ödülleri En İyi Erkek Oyuncu ödülünü alarak bugünkü kariyerinin ilk adımını attı.
Diğer Hollywood efsanesi Robert De Niro ise 17 Ağustos 1943’te New York’da doğdu. Sanatçı bir ailenin çocuğu olmanın avantajlarını ömür boyu taşıyacaktı. Annesi ressam, babası ise çok yönlü bir sanatçıydı. Çoğu İtalyan komşunun arasında içe kapanık çocuk “Bobby Milk” adıyla çağrılıyor ama zamanının çoğunu kitapların arasında geçiriyordu. Broadway’de sahnelenen oyunlarla büyüyen De Niro, ilk kulis havasını Oz Büyücüsü rolüyle kokladı. On altı yaşına girince Çehov’un Ayı oyununda rol aldı. Tüm başarılı oyuncular gibi (örneğin Marlon Brando) ünlü tiyatro öğretmeni Stella Adler’den ders aldı.
İki oyuncudan kamera önüne geçen ilk isim 1963’de çekilen ama ancak 1969’da gösterine giren The Wedding Party ile De Niro oldu. Sonraki yıllarda da küçük bütçeli filmlerde oynayan De Niro’nun en büyük çıkışının arkasındaki isim Martin Scorsese ile tanışması oldu. 1973’te ilk film Mean Streets ile başlayan ortaklık sinema dünyasına ayrı bir tat, başyapıt filmler ve arıza karakterler kazandıracaktı.
Al Pacino ise 1969’da çevirdiği ilk film Me,Natalie, sonrası bir uyuşturucu bağımlısını canlandırdığı Panic in the Needle Park ile parlayan bir oyunculuk sergileyerek fark edilmişti bile. Henüz üçüncü filminde Coppola’nın efsanevi üçlemesi The Godfather’da oynadığı Michael Corleone rolü ile yılın performansını vererek Oscar adayı da oldu. Yıl 1972 idi ve Al Pacino henüz üçüncü filmi ile adını duyurmuştu.
De Niro ise bu kadar şanslı olamadı. 1973 yılında 11. Filmi Mean Streets ile ancak fark edilen oyuncunun da patlaması ilginçtir bir baba filmi ile oldu. The Godfather 2’de oynadığı Vito Corleone rolü ile gelen çıkış En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu Oscar’ı ile taçlanmıştı.
1974 yılına bu noktada ayrı bir parantez açmakta fayda var. İkilinin birlikte oynadığı ilk film olarak The Godfather 2, ikilinin mükemmel oyunculukları sayesinde sinema tarihinin en iyi filmlerinden biri olarak sayılmakta. 11 dalda aday olduğu oscarların 6’sını alan filmin iki mükemmel performansından sadece biri ödüllendirilmişti. De Niro’nun ilk adaylığında aldığı yardımcı erkek oyuncu oscarına karşılık, Pacino üçüncü adaylığından da eli boş dönüyordu. Pacino’nun özellikle Baba 2 ile alamadığı Oscar, ünlü fiyaskolardan biri olarak tarihteki yerini koruyor. Akademi’nin ilginç kararlarından biri sonucu ödül yaşlı bir oyuncuya Art Carney’e kariyerinin ilk ve tek oscarı olarak gitmişti. Pacino’nun üç adaylığında da ödüllerin yaşlı oyunculara verilmiş olması da hayli ilginçtir.
Yolları The Godfather ile kesişen ikilinin sonraki yılları ise Pacin’nun düşüşü, De Niro’nun yükselişi olarak adlandırılabilir.
Polis Memuru Frank Serpico rolünü baba 1 ile 2 arasına sıkıştıran Pacino, eşcinsel banka soyguncusu Sonny rolüyle de oscar’a aday olsa da yine alamadı. 1975 tarihli Dog Day Afternoon filmi yılın en iyilerinden biri olsa da Guguk Kuşu filmine yenilmişti. 1979’da And Justice for All ile gelen Oscar adaylığı sonrası kariyerinde düşüşe geçen Pacino’nun geri dönüşü ise 1983’te canlandırdığı ve bir ikona dönüştürdüğü Tony Montana rolü ile olmuştu. De Palma’nın suç epiği “Scarface” oyuncunun adeta tek kişilik şov yaptığı film olarak sinema tarihindeki unutulmazlar arasındaki yerini aldı.

Baba 2 sonrası gelen Oscar’la başlayan çıkışını sürdürmeyi başaran De Niro’nun zafer halkalarının başlangıcı, sinema tarihinin en ilginç karakterlerinden birine Travis Bickle’a “Taxi Driver”da hayat vermesi oldu. Filmdeki efsanevi sahne ayna karşısındaki “you talking to me” monoloğu ile De Niro ölümsüzleşmişti. Scorsese ile başlayan ortaklığın meyveleri mükemmel oyuncu performansları oluyordu. Avcı ile yakaladığı başarının 2 sene sonrasında yıla tamamen damgasını vuran, rolü için aldığı kilolarla gündem yaratan Jack La Motta rolü ile tam bir Kızgın Boğa olan De Niro, en iyi oyuncu oscar’ını da eve götürüyordu. Oyuncunun en unutulmaz performansına sahne olan “Raging Bull” da Scorsese-De Niro ortaklığının doruk noktası olarak sinema tarihine yazıldı.
De Niro epik filmlerde oynamayı sürdürüyordu. Bir Zamanlar Amerika, Misyon, 1900 ve Angel Heart sonrasında İtalyan mahallesinde büyümenin avantajlarını rolüne yedirmeye devam etti. Al Capone’u canlandırdığı Dokunulmazlar sonrası çeşitli türleri de denemeye başladı. 90’da oynadığı iki filmle birden (Awakenings ve Goodfellas) yakaladığı başarıyı Cape Fear’de canlandırdığı sadist karaktere hayat verirken de korusa da kariyerinin 5 yıllık düşüşü de başlamış oldu.
Al Pacino ise az ama öz filmde oynama düstürunu edinmişti. Baba 3’de çizdiği performans bir yana ilginçtir De Niro’nun düşüş yıllarında ön plana çıktı. 92’de kariyerinin ilk ve tek oscarını gözleri görmeyen ordu mensubu Frank Slade rolüyle taçlandırdığı Kadın Kokusu filmi ile aldı. Hemen bir sene sonrasına yine bir De Palma epiği ile muhteşem performans verdiği Carlito’yu ve Carlito’nun Yolu filmini unutulmazlar hanesine yazdırdı.
İki büyük oyuncunun ikinci kez bir araya geliş yılı 1995 idi. Michael Mann’in başyapıtı “Heat” yaşadıkları büyük hesaplaşma’da cafede geçen konuşma sahnesi ile finaldeki havaalanı sahnesinde ikilinin hırsız poliscilik oynadığı film oyunculuk performansları açısından en iyi filmler arasında yer alıyor. İki oyuncu içinde yeni bir dönüm noktası olan filmin ardından De Niro adeta kapanış yaparken, Pacino ise yeni bir yükselişe geçti.
Son Scorsese ortaklığı Casino sonrası usta oyuncu Robert De Niro alışık olduğumuz büyük filmde, büyük performans yaratma şansını yakalayamadı. 1995’ten bu yana hep düz rollerde görünmekten çekinmezken, hayranları için kayıp bir 13 yıl yaşattı. Kariyerine “A Bronx Tale” ve “The Good Shepherd” filmleriyle yönetmenliği de ekleyen oyuncu Orijinal Cinayetler’de sürekli karşılaştırıldığı çağdaşı Pacino ile üçüncü kez aynı filmin kadrosunda yer alarak heyecan veriyor.
Heat sonrası Pacino, sinema tarihine ölümsüz karakterler armağan etmeye devam etti. Donnie Brasco’da ki rolüyle alkışlanırken, Şeytanın Avukatı’ndaki John Milton rolüyle unutulmaz performans veriyor, hemen ardından da Insıder’da yine bir Mann filminde parlamayı başarıyor ama sonrasında yaşadığı düşüşten nüfuslu eşcinsel Roy Cohn rolü ile Angels in America ile bir nebze kurtulmuş görünse de 5 yıllık bir düşüşe daha imza attı.
İkili arasındaki rekabette daha fazla filmde oynayan De Niro’nun film seçimleri çok yadırganırken, Pacino’nun bu seçimde daha iyi olduğu vurgulanır hep. İkilinin benzer kariyerlerinde oluşan en büyük fark Scorsese ortaklığı olmuştur muhakkak. Coppola ile başlayan yolculukları boyunca birçok unutulmaz karaktere imza atan iki dev oyuncu umarız bu yeni ortaklıktan kazanacakları ivme ile yeni başyapıtlar çıkarıp, yeni karakterleri ölümsüzleştirirler…

12 Eylül 2008’de Amerika ile aynı anda vizyonda…

New York şehir polisine bağlı bir çift emektar dedektif, yasadışı yoldan huzuru sağlamaya çalışan bir seri katilin izini sürmektedir. New York Polis Departmanı’nın baskıcı ortamı altında 30 yıllık ortaklıktan sonra , bu donanımlı iki dedektif, David Fisk ve Thomas Cowan emekliliğe hazırlanmaktadır ama ikisi de henüz kendilerini emekliliğe hazır hissetmemektedir. Rozetlerini çıkarmadan önce, kadın ticareti yaparak kötü ün yapmış birinin cinayetini araştırmak için çağırılırlar. Kısa bir süre sonra orijinal cinayetlerde olduğu gibi bir kurban; cinayeti açıklayan dört satırlık şiire sarılı bulunmuş bir şüpheli karşılarına çıkar. Diğer suçlar ortaya çıktıkça; dedektiflerin, hukuki sistemin açıklarından yararlanan suçluları hedef almış bir seri katille, karşı karşıya oldukları ortaya çıkar. Seri katilin amacı polisin kendi başına yapamadığını yapmak ve huzuru sağlamak için suçluları sokaklardan temizlemektir. Son günlerde işlenen cinayetlerle ve daha öncekilerin arasındaki benzerlikler rahatsız edici bir soruyu gündeme getirir: İki deneyimli polis dedektifi acaba yanlış adamı mı demir parmaklıkların arkasına atmıştır?

Yönetmen : Jon AVNET
Oyuncular: Al Pacino, Robert de Niro, John Leguizamo, Donnie Wahlberg