‘George Clooney’ Kategorisi için Arşiv

Başrollerini George Clooney, Ryan Gosling, Philip Seymour Hoffman’ın paylaştığı film “The Ides of March”, fragmanında sizin oyunuzu soruyor: Politika mı, ahlak mı? Kazananı tahmin edin!

Beau Willimon’un oyunu Farragut North’dan uyarlanan filmde Gosling, Clooney’nin başkanlık seçim kampanyasını yürüten danışmanı Stephen Myers rolünde. Kampanya süresince etik ve ahlak anlayışını sık sık sorgulayan ve seçimler yaklaştıkça kızışan savaşta aslında patronunun o kadar da iyi niyetli olmadığını keşfeden Myers için olayların nasıl sonuçlanacağını öğrenmek istiyorsanız, film Amerika’da 7 Ekim, İngiltere’de 28 Ekim’de gösterime girecek… Bizde gösterime gireceği tarih ise şimdilik belli değil…

Rol seçimleri bazen şok edici olabilir, eğer aynı karakter beyaz perdede bir kereden fazla damgasını vurursa rol seçim ihitimalleri elbette değişik olacaktır. Yani son yıllarda Micheal Keaton, Val Kilmer, George Clooney ve Christian Bale ‘Batman’ olarak karşımıza çıkan isimlerdi. Peki, Heath Ledger yerine Jack Black nasıl olur?

MTV, Tom Wolfe’un ‘The Electiric Kool-Aid Acid Test’ kitabını beyaz perdeye uyarlamaya hazırlanan son günlerin konuşulan yönetmeni Gus Van Sant ile kısa bir söyleşi yaptı. Ünlü yönetmen filmdeki Ken Kesey rolü için aklındaki en uygun seçimin geçen yıl hayatını kaybeden aktör Heath Ledger olduğunu, fakat bunun ne yazık ki artık mümkün olamayacağını itiraf etti. Van Sant, bu yüzden rolü Jack Black’e verme imkânının olduğunu sözlerine ekledi. Ama öncelikle, Van Sant’ın daha önce Milk filminde de birlikte çalıştığı senarist Dustin Lance Black’in ilk taslağı hazırlamasını beklemesi gerekiyor.
Coenler’den moronlara dair!

1984’te “Blood Simple-Kansız”la 4 ödül toplayarak, sonrasında hep takip edecekleri yolu çizen Coen kardeşler, “Raising Arizona”, “Miller’s crossing” ve Barton Fink”le de aynı tonları tutturarak bir nevi marka olmuşlardı. “Fargo”ya dek pek de anaakım sinemanın ilgisini çekememiş olsalar bile adını perdede gördüğünüzde, ne izleyeceğinizi aşağı yukarı tahmin edebileceğiniz kişilerden olmaları da pek uzun sürmedi. 1997’de Fargo ile aldıkları en iyi senaryo oscar’ından sonra genişleyen hayran kitlesine başyapıtlar armağan etmeye devam ettiler.
2001 yılında zaferle sinema tarihine kazıdıkları The Man Who Wasn’t There” sonrası beklentilerin altında kalan “Intolerable Cruelty” ve “The Ladykillers”ı daha çok eğlenmek için yaptıklarını söylemişlerdi. 2007 ise tamamen Coen’lerin yılı oldu. 8 adaylıkta gittikleri Oscar gecesinden 4 ödülle dönmeleri, üstelik kilit ödüller olması akademinin de sonunda onları görmezden gelemediğini göstermiş oldu.
Her Oscar ödülü sonrası sevincin, zafer çığlıklarının ve teşekkür konuşmalarının sonrasında bir sonraki filmin stresi başlar. Beklenti büyüyünce, hayal kırıklığı olasılığının da artacak olması birçok yaratıcının başarısızlığının sebeplerinden biri. Özellikle Oscar kazanmış yönetmenlerin bir sonraki film için biraz dinlenmeye çekildiği de oldukça sık görülen bir şey. Ama Coen kardeşler tüm bunların aksine, “Burn after Reading” ile çıktılar karşımıza.
“Burn After Reading”in Coenlerin “No Country For Old Men”den önce yazmaya başladıkları senaryo olduğunu belirtmekte fayda var. Üstelik yaptıkları açıklamada tüm rolleri özellikleri oyuncuları düşünerek yazdıklarını da belirtiyorlar. Hal böyle olunca ortaya yıldız oyuncu kadrolu bir film ortaya çıkıyor. Ama yine Coen’ler filmi eğlenmek için yaptıklarının altını özellikle çiziyorlar. Eğlenmek için yapılmış, daha yazım aşamasında kadrosu belirlenmiş, muhtemelen yazım aşamasında kafalarında kurarken çok eğlendikleri bir film “Burn After Reading”…
Alkolik olduğu gerekçesiyle CIA’deki işinden kovulan emekli ajan Ozzie Cox, intikam almak için bildiği gizli bilgileri bir cd’ye kaydeder. Cox’un boşanmanın eşiğinde olduğu eşi Katie, cd’yi çalar ve gittiği spor salonunda unutur. Salonda çalıştırıcı olan Chad ve aynı yerde yönetici olarak çalışan Linda, Chad’in tesadüfen bulduğu cd ile Cox’a şantaj yapmaya başlarlar. İşin içine bir de Katie’nin birlikte olduğu federal ajan Harry girince olaylar daha karmaşık bir hâl alır.

Özetle, internetteki flört sitelerinden tanıştığı erkeklerle beraber olan, ama artık “kendine yatırım yapmak isteyen” Linda’nın pimini çektiğini casusluk öyküsü, başından sonuna komik anlarla dolu. Linda’nın bir dizi estetik ameliyatı sigortaya ödetemeyince paraya olan ihtiyacı kucağına düşen fırsatla başlıyor her şey. Alkolik Oziie’nin bilgilerinin içeriğini anlamayınca, etiketi dolayısıyla devreye giren Chad (Brad Pitt) Coen’lerin alameti farikası olan arıza karakterler dizisinin son halkası. Özellikle telefon sahnesinde ve eve girdiği sahnede muhteşem olan bu “hiperaktif moron” her sahnesinde güldürüyor. Ocean serisinde parıltılar altında oynayan, karizmalarını parlatan Clooney ve Pitt, burada adeta moronluk yarışına giriyor. Clooney’nin mimiklerini harika kullandığı birçok sahne mevcut yine… Yıldız oyuncuları bu derece küçük düşecek moronlar haline getirmenin büyük hazzını çıkarmak Coenlerin eğlence tarzı olabilir…
Bir dizi estetik ameliyat olma uğraşındaki Linda’nın “sıkı vücutlar”da çalışmasının tezatı bir yanda, cd’deki bilgileri rusya’ya satma girişimi de hayli komik. Amerika’nın gizli bilgilerini satmak söz konusu olduğunda aklına Rusya’dan başka ülke gelmeyen Linda ve Chad’in halleri de görüşmeler sırasında iyice doruğa çıkıyor.
Aklı başında bir karakterin olmadığı, CIA kademesindekilerin sadece izlediği ve ne olduğunu, niye olduğunu anlayamadıkları bu olaylar silsilesi, iyi de bir final yaparak moronların geçit törenini alkışlatıyor adeta…İlk dönem filmlerinin tonlarında bir filme imza atmış Coen’lerin eğlencesine ortak olabilenleri, hayli komik bir 96 dakika bekliyor. Filmdeki karakterler gibi her şeyi ciddiye alanlar ise başka bir baharı bekleyecek…

Soderberg ve tercihleri

Yıl 1989… Sex Lies and Videtape adındaki küçük iddiasız bağımsız film herkesi sarsıp ödülleri kucakladığında Soderberg de ilk çıkışını yapmış oluyordu. Film Cannes film festivalinde Altın Palmiye başta olmak üzere 12 ödül ve bir Oscar adaylığı getirdi.
İlk filmi değildi elbette kendi olanaklarıyla çektiği filmlerle istediği sıçramayı yapamamış ya da ısınma turları atmıştı.
1991 yılında “Kafka” adlı filmle bir kez daha bağımsız sinemanın tebrik edileni gözdesi olmuştu. Bu çok beğenilen Kafka filmi sonrası ise “Schizophlis” dışında pek anılmadı adı.
1998 yılında Aşk ve Para adıyla bizde gösterilen “Out of Sight” ile sisteme büyük şirketlere dahil oldu. Özellikle George Clooney ile Jennifer Lopez arasındaki kimyaya katılan atmosfer filmi başarılı kıldı ve övgüyle karşılandı.
Bir yıl sonra “The Limey- Denizci” ile nispeten düşük bütçeli bağımsız çeken Soderberg başrol oyuncusuna dayalı iyi bir performans ile kimilerinin kült filmi olan son filmini yaptı.
İşte ne olduysa ondan sonra oldu. 2000 yılı tamda bir basamaktı.
Yarı belgesel kıvamında iki filmle tam gaz bir Soderberg yılı yaşandı. Traffic filmiyle uyuşturucuyu konu etti. Ve Oscar ödülünü kucakladı. Özellikle filmde kullandığı renk tonları ile konuşuldu. Yarattığı atmosferin de etkisiyle adını artık yavaş yavaş büyük yönetmenler listesine sokuyordu Soderberg.
Erin Brokovich yılın ikinci bombası idi. Julia Roberts’a Oscar getiren film yaşanmış bir laydan yola çıkıyor yine yarı kurmaca yarı gerçek belgesel ana hatları üzerinden gidiyordu. Julia Roberts’ın filmdeki performansı mı, yoksa oscarı kazandığı açıklandığı andaki performansı mı daha iyiydi halen tartışılır.
İşte Oscar’la başlayan süreç Soderberg’i yeni bir yola sürükledi. Her şey burada başlıyor. George Clooney ve Bradd Pitt üstüne kaymak niyetine Julia Roberts.. Kadro açıklandığında herkesin ağzı sulanmıştı. Dile kolay yıldızlar geçidi. Başarılı bir serinin ilk adımı atılmıştı. Frank Sinatra’nın sürekli eğlendiği ve yaşamayı sevdiği Las Vegas’ta hem eğlenelim hemde film çekelim fikri üstüne kalabalık kadro olsun yıldızlar olsun formülü çok tutmuştu. Aynı formül 2001 yılında da tuttu.
2002’i de özüne döndü desek yeridir. “Full Frontall – Çok Özel” ile yaygın sinemasever kitlesinin içine giremediği filmle sadece kendisini baştan beri takip edenleri mest etti. Kendi halinde bir yıldızlar geçidi olan film, tamamen deneysel bir belgesel günlüktü.
Ocean 11 ile büyük gişe filmlerine hakimiyetini kanıtlayan Soderberg yine Clooney ile bu kez sinema tarihinin en büyük başyapıtlarından birinin yeniden çevrimine soyundu. Solaris adlı bu başyapıt 2001 ile birlikte bilimkurgu filmlerin atası sayılmakta iken Soderberg yeniden çevrimde her iki tarafa da yanamadı.
2004’te yeniden çevrimlere devam etti. Kadroya bir ekleyip Ocean 12 ile Las Vegas dışına taşındılar. Yine başarılı olan yaygın izleyiciye hitap eden filmle başarılı oldu Soderberg ama bir yandan da aynı yıl Eros adlı filme bir kısa filmle katıldı. Yine bağımsız sahnesinden çekilmemişti.
Peki yıl 2007 şimdi gelinen nokta. Ocean 12 sonrası kendisini “Sex yalanları” filmiyle keşfeden hayranlarına ektiği ümitsizlik tohumları bir yana Soderberg tam anlamıyla gibi yapmaya devam ediyor.
Geçen yıl çektiği ve bizde gösterime girmeyen “Good German” ile neredeyse herkesi şaşırttı. Birçok sahnesinde neredeyse Casablanca’yı kopyalayan film afişte bile bunu açık etmekten kaçınmayarak kafaları da karıştırıyordu. Yine George Clooney başroldeydi ama pek kimseye yaranamayan bir film oldu. “Aşk ve Para”ya kadar özgün yaratımını kanıtlayan yönetmenin neden böyle bir işe soyunduğu anlaşılmış değil.
Ocean 13 sonrası 2008’de Che’nin hayatını 2 filmde birden anlatacak yönetmenin izleyeceği rota merak konusu.
George Clooney ise tüm bu Soderberg filmleri arasında çektiği filmlerle hem politize oldu hemde bağımsız sinemaya göz kırptı. Özellikle “İyi Geceler, İyi şanslar”daki yönetmenlik becerisi ve oynadığı “Syriana” filmiyle muhalif kanatta yer alarak bolca takdir topladı.

Ve gelelim Ocean serisine; İlk başta beni de heyecanlandırmıştı seri. Büyük hevesle beklediğim film benim için hüsrandı. Frank Sinatra sevgimden dolayı bildiğim ilk filmin havasını bulamamak bir yana, oyuncuların teker teker reklam filmi havasında gözükmelerine ve adeta gişeye, seyirciye oynamasına sinir olup yarıda çıkmıştım. Ocean 12’yi ise sinemalarda pas geçip, arkadaş grubumla ev sinemasında seyretmiş yine zevk alamamıştım.
Bu filme beni sürükleyen Al Pacino oldu. Kahramanlarımızın eski dükkanlarına dönmeleri, ilk filmde rakipleri olan Andy Garcia’yı yanlarına almaları zaten beni cezbeden bir şey değil. Ama Al Pacino’nun bitsin de gidelim performansı ve ona biçilen rol hayal kırıklığı oldu yine.
Sonuçta ortada yeni bir şey olmayan, vaat etmeyen bir film var. Sadece serinin hayranlarını mutlu edebilecek, eğlendirecek bir film.Clooney, Pitt ve Damon hayranları ise bir kez daha düşünebilir çünkü iştahlarını kabartacak filmler yolda.
Hali hazırda George Clooney’nin Cannes Film Festivalinde “Bu ciddi bir film değil. Çok eğlendik, mutlu olduk” demesi de aynı kapıya çıkmıyor mu?